Yıllar öncesinden, işe alım görüşmesi yaptığım adaylardan birinden, bir mesaj aldım bu yakınlarda. Mesaja önce şaşırdım, sonra sevindim, mutlu oldum, sonra da uzun uzun düşündüm aslında. Birkaç gün yanıt yazamadım hatta. İlginç olan yüzlerce aday arasından ben de bu kişiyi hatırlıyorum ve adayın resmini gördüğümde görüşme detaylarını hızlıca hatırlayabildim. Nasıl derler, “İçinde duygu olan olaylar hatırlanırlar.”
Mesajı kırpmak istemiyorum, yalnızca kurum adı, yeri gibi bilgileri gizliyorum. Mesaj aynen şöyle diyor:
“Merhaba,
Galiba bundan ….. yıl kadar önceydi. Sizinle bir mülakat yaptık. O güne dair hatırladığım ilk şey, olağanüstü bir yağmura tutulup çok ıslandığım, ikincisi de mülakattan sonra beni birçok şeyi yeniden düşünmeye başlatan o cümleniz: “Şirketlerin kalbi yoktur, biz onlara anlamlar yükleriz, hepsi bu.”
O iş görüşmesi kendi amacı doğrultusunda olumlu sonuçlanmamış olabilir ama benim yaşamım, kariyerim, işimi yapma ve algılama biçimim açısından muazzam güzelliklere vesile oldu.
Hala işini her şeye, herkese rağmen güzel yapmaya, bunu yaparken de güzel insanlar biriktirmeye çalışıyorum. İşimi şirketlerden, hiyerarşilerden, organizasyonlardan bağımsız olarak düşünmeye çalışıyorum. “Çalışıyorum” diyorum çünkü gözlerim dolu dolu çıktığım bugünün sonunda belki de hala başaramamış olabilirim.
Yine de çabalıyorum. “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” diyerek çalışıyorum. Çabalar bir gün bir manaya dönüşür diye umuyorum.
İyi ki ……..’deki o iş görüşmesine gelmiş, sizi tanımış, o cümleleri heybeme eklemişim. İyi ki yaşamın sebep sonuç ilişkileri bizlerin değer önermeleri gibi sıradan değil, iyi ki yaşamın kendi içinde bir dengesi ve yolu var. O yolda sular akıyor, kendi yolunu kendi buluyor.
Benim gibi insanlara da bir anıdan dünyalar güzeli bir iz kalıyor…
Çok geç ama çok gönülden teşekkürümü kabul edin isterim….
Sevgilerimle,”
Öncelikle bu mesajda ilk gözüme çarpan konu insan kaynakları çalışmalarına dair. Mülakatların adaylar açısından çok zorlu bir görüşme olduğunu düşünmüşümdür hep. Hiç tanımadığınız bir ya da daha fazla kişinin karşısına geçip ne kadar iyi ve uygun bir çalışan olacağınızı anlatıyorsunuz. Üstelik bu işin genellikle (istisnalar kaideyi bozmaz) müthiş egolarla yapıldığını hepimiz şahsen tecrübe etmişizdir. Tüm bu nedenlerden dolayı masanın diğer tarafındaki kişi olarak katıldığım tüm mülakatlarda adayı rahatlatmaya çalıştım. Uygun bir aday olmasa da kendini iyi ve yeterli hissetmesine özen gösterdim. Bunu başardığıma da inanıyorum. Bu örnek mülakat da olumlu sonuçlanmadı ama kalan duygu pek ala ortada. ICF (International Coach Federation) toplantısına katılan Yankı Yazgan sunumuna tam da böyle başlamıştı: “Yıllar içinde öğrendim ki, insanlar ne dediğinizi unutacaklar, ne yaptığınızı unutacaklar ama onları nasıl hissettirdiğinizi hiç unutmayacaklar.” Maya Angelou.
Gelelim bu mesajda beni düşündüren ikinci konuya: İnsana dokunmak. Bilerek ya da bilmeyerek yaşamımın her döneminde en çok bunu önemsediğimi fark ediyorum. Hem özel hayatımda hem iş yaşamımda aslında insanın olduğu her yerde.
Şimdilerde çok mutluyum çünkü en önemli değerime, insana dokunmak isteğime çok uygun bir mesleğin içerisindeyim. Artık elimde muhteşem bir araç var insana dokunmak için: Koçluk.
Koçluk eğitimime başladığım dönemde, koçluk hayallerimi anlatırken yakın arkadaşlarıma, hemen hepsi aynı tepkiyi verdiler. “Bu tam sana göre!” Hatta eski bir dostumun, sosyal medyada broşürümü paylaşırken yaptığı yorum nefisti: “23 yıldır beni dinliyor.” Öyle ya koçluk en çok da dinlemek aslında. Can kulağıyla dinlemek. Kelimeye dönüşmeyenleri duyabilmek. Sesin aynası olabilmek.
Sonuç; yıllar sonra bana mesaj yazan sevgili adayıma bu inceliği nedeniyle teşekkür ederim, yazılanlar paha biçilemez. Koçluk dünyasında bana deniz feneri olan tüm hocalarıma teşekkür ederim, muhteşemsiniz. Ve hayat, sunduğun tüm bu güzellikler için sana çok ama çok teşekkür ederim.